ŞANSLI MÜDÜR

1
2311

Salondakilerin topluca ayağa kalkmasıyla düşüncelerinden bir anda arındı ve o da ayağa kalktı. Kura çekecek dört kişilik heyet koltuklarının altında dosyalarla salona girip yerlerine oturunca onlar da oturdular. Kura için hazırlıklar yapılırken genel müdür yardımcısı konu ile ilgili açıklamalar yapma ihtiyacı duydu.

“Arkadaşlar” dedi. “Burada hepimizin gözü önünde kuralarınız çekilecek. Çıkan yerleri anlaşarak biri birinizle değiştirebilirsiniz. Ancak bunun dışında her hangi bir nedenle göreve başlamayanların ataması boş bulunan başka bir müdürlüğe kesinlikle yapılmayacak ve müdürlüğünüz kazanılmış hak sayılmayacak. Özellikle bu durumu belirtmek isterim. Ayrıca bu görevlere atandığınız takdirde atama ve yer değiştirme yönetmeliğine göre bu yerlerde en az üç yıl görev yapmanız gerektiğini de hepiniz biliyorsunuz sanırım.”

Daha sonra kuralar çekilmeye başlandı. Salonda büyük bir heyecan dalgası yükseldi. Adı okunan ayağa kalkıyor, yeri belli olunca kendisini sevinç ve hüzün arasındaki korkunç uçurumda buluyor, sonra sessizce yerine oturuyordu. Taylan’ın da adı okununca ayağa kalktı, çıkan kuraları okuyan şube müdürünün mikrofondaki metalik sesinden Mutki Mal Müdürlüğünü duyunca ayakları yerden kesilmek üzereyken salonu dolduranların alkışı ile kendisine geldi ve mutlu olmak düşüncesi hüzne baskın geldiğinden sevinçle yerine oturdu. Yanında oturan çiçek bozuğu yüzlü müdür kulağına eğildi, “Yahu arkadaş, sende de ne şans varmış” dedi. “En iyi kurayı sen çektin.”

“Çektim, değil mi?” dedi gülerek.

Kura işi bitince herkes dağıldı. Taylan hemen genel müdürlükteki odasına döndü ve bilgisayarını açıp, internetten Mutki Kaymakamlık sitesinde önce kaymakamlık binasını buldu. Daha sonra da bağlı birimlerden mal müdürlüğünü tıkladı. Önceki mal müdürünün masasında çektirmiş olduğu fotoğrafı görünce heyecanlandı. Saçlarına kır düşmüş müdür; arkasını jaluzi perdeli pencereye vermiş, cam göbeği renge boyanmış odasında kendinden emin ve memnuniyetle gülümsüyordu. Gözü masaya ilişti. Üst tablası krem rengi formika kaplı, kenarları da açık meşe rengi çıta ile dönülerek uyumlu bir görünüm veren masanın usta bir marangoz işinden çok fabrikasyon imalatı olduğu anlaşılıyordu. Masanın sağ yanındaki sehpanın üzerinde bilgisayarı, onun arkasında da şef sekretere bağlı olduğu anlaşılan telefonu duruyordu. Perdeleri çekili, pencerenin altındaki kalorifer peteklerinden binanın merkezi ısıtmasının da olduğu belli oluyordu. Müdürün masasının üzerinde sümeni, kalemliği, takvimi, kül tablası da bir tamam yerli yerindeydi. Kendisi sigara içmediğinden kül tablasını kaldırırım diye düşündü. Daha sonra müdürlüğe bağlı beş altı personelin olduğunu da gördü ve ilçenin tarihçesini okumaya başladı.

Mutki ilçesinin tarih çağları boyunca Asur, Pers, İskender, Roma ve Bizans İmparatorluklarının hakimiyetinde bulunduğu, daha sonra Müslüman Araplar tarafından alındığı, bundan sonra birkaç defa Müslümanlar ile Bizanslılar arasında el değiştiren bu toprakların 1071 Malazgirt Zaferinden sonra Anadolu’ya başlayan büyük Türk göçünün ilk durak yerlerinden biri olduğu ve Akkoyunlu, İlhanlılar gibi çeşitli Türk beyliklerinin idaresi altında kaldığı, 1514 Çaldıran Savaşından sonra Osmanlı Devletinin topraklarına katıldığı, daha sonra 1. Dünya Savaşı sırasında Ermeni ve Ruslar tarafından işgal edilen bu bölgenin 16 Nisan 1916’da işgalden kurtarıldığını bir solukta okudu.

Koltuğuna yaslandı bir süre düşündü.

Ataması yapıldıktan sonra kendisine tanınan on beş günlük hazırlanma süresinin bitimine birkaç gün kala araya annesinin ameliyatı girince Taylan rapor alarak Mutki’ye gitme işini erteledi. Annesi hastaneden çıkıp, iyileşinceye kadar raporunu uzattı. Ancak Kasım ayı da gelip çattı. Kış yüzünü göstermeye başladı.

Taylan karlı bir havada Ankara’dan yola çıktı. Otobüs Elmadağ’a girdiğinde Bitlis’e gidecek otobüsün silecekleri ön camın üzerine düşen karları temizlemekte yetersiz kalıyordu. Sileceklerin cam kenarlarına topladığı karların erimesinden kar yağışına rağmen havanın yumuşak olduğu anlaşılıyordu. Yağan karla ilgisiz gibi görünen Taylan’ın aklı halen evden çıkarken annesinin boynuna sarılıp, “Bizi bırakıp da nereye gidiyorsun, Taylanım? diyerek, ortalığı karıştırmasına ve apartmandaki bütün komşuları başına toplamasına takılmıştı. Komşuların, “Teyze, ne var sanki oğlunu savaşa mı gönderiyorsun? Ne istiyorsun daha? Ne güzel müdür olmuş görevinin başına gidiyor” şeklindeki sözleri bile annesini teselli etmeye yetmemişti. Annesinin taşkınlığı yüzünden doğru dürüst eşi ve küçük oğluyla bile vedalaşamamış, salya sümük gözyaşları içinde evden ayrıldığından bu yana ağzını açıp da kimseyle bir kelime konuşamamıştı. Dünya ile ilişiği kesilmiş, hiçbir şey düşünemiyor, kaderine terk edilmiş cansız bir varlık gibi kendisini dünyanın ıssız bir yerinde tek başına hissediyordu. Bu onun için bir kader miydi? Kendi iradesiyle hazırladığı bir gelecek miydi? Yoksa memur olmanın doğal bir sonucu muydu? Doğu görevi yapmadan memuriyette nasıl ilerleyecekti? Atama yönetmeliğine tabi olduğuna göre kendisini bu göreve atayanları suçlayabilir miydi? Bu görevi kabul etmeseydi memuriyetinin sonuna kadar şube müdürü olarak mı kalacaktı? Hükümet çevrelerinde hatırlı bir yakını olmadığından yükselip daire başkanı olamayacağına göre kendisi için en uygunu bu görevdi. Ama üç koca yıl nasıl geçerdi? Kendisinin bile kalacağından emin olmadığı bu mahrumiyet yerine Ankara’daki evini nasıl taşıyacaktı? Bütün yaşamları Ankara’da geçmiş annesini ve eşini bu küçük ilçede yaşamaya nasıl razı edebilirdi? İyi güzel de bu ilçede yaşayan insanlar nasıl yaşıyorlardı? Bir de yaşamın gerçekleri vardı. Yaşam denen şey yalnızca Çankaya sırtlarındaki babadan kalma kaloriferli apartman dairesi ile bakanlık arasında servis ile işe gidip gelmekten mi ibaretti? Tek düze bu yaşamı elbet bir gün değişecekti ve işte bu değişim başlamıştı. Bunu kabullenmek ve yeni yaşamına alışmaktan başka yapacağı bir şey de yoktu. Ama nasıl alışacaktı? Bu yaşına kadar değil bir yemek pişirmek, bir çay bile demlememişti. Elinden hiçbir ev işi gelmiyordu. Orada eşinden ve annesinden uzakta kendisine nasıl bakacak, ne yiyip ne içecekti? Ama o bir yetişkindi. Herkes gibi başının çaresine bakması gerekiyordu. Askere giderken de buna benzer duygular yaşamıştı. O zaman da annesi asker karavanası yiyemeyeceğini söyleyerek, bu konuyu günlerce sorun yapmıştı. Ne var ki, o askerliğini yapıp gelmişti. Başlangıçta biraz zorlanmıştı, ama sonra askerliğe de alışmıştı. “Ben bir korkak mıyım?” diye kendi kendine sordu. Bu yaşına kadar korku denen duyguyu hiç yaşamamıştı. Bu nedenle korkak olup olmadığına da karar veremedi. Sonra korkak olma duygusunu kendine yakıştıramadı. Galiba yalnız yaşamayı sevmiyordu. Bugüne kadar hiç yalnız yaşamamıştı. O halde yalnız yaşamayı denemeden bunu da sevmemeyi nasıl anlamıştı? Buna da bir anlam veremedi. Peki, onu bu kadar tedirgin eden neydi? Bilinçaltına yerleşip de şu anda bulamadığı o uğursuz şeyi saklandığı yerden bir çıkarabilse, belki gönlüne biraz ferahlık verebilecekti. Yoksa kendisini tedirgin eden o bölgede yaşayan terör olayları mıydı? Bunun şu ana kadar niye aklına gelmediğine şaşırdı. Bedenini bir heyecan dalgası sardı, geçti. “Daha neler?” dedi. “Benim terörle ne işim olabilir? Ben bir mal müdürüyüm, görevimi yaparım. Güvenlik kuvvetleri yok mu orada? Herkesin işi ayrı.”