ÇÖKELEK DÜRÜMÜ


 ÖYKÜ                                                                     

M.Bedri YALÇIN 

mByalcin@gmail.com


Kamil Anadolu’nun gözden uzak bir dağ köyünde doğmuştu. Daha bebekken annesi ölmüş, babası başka bir kadınla evlenmişti. Babasının yeni karısından da Cemil adında bir oğlu olmuştu. İki çocuğu büyütürken İkinci Dünya Savaşı yıllarında askere alınmış, dört yıl askerlik yapmak zorunda kalmıştı. Babası askerdeyken iki çocuğun bakımını da anne üstlenmişti.

Anne hem kendi oğlunu, hem de üvey oğlunu baba olmadan köy koşullarında büyütürken çektiği sıkıntılar bir yana, bir de Cemil’in hastalıklarıyla uğraşmak zorunda kalmıştı. Cemil daha küçükken boğmaca, kızamık, bronşit gibi bütün hastalıklara yakalanmış, ölümden dönmüştü. Sonunda Cemil de canlanmış, ama zayıf, çelimsiz, marazi bir çocuk olmuştu. Annesi Cemil’in üzerine titriyor, serpilip gelişsin diye evde ne kadar yumurta, yağ, bal, kaymak varsa Cemil’e yediriyordu. Kamil’in ise eline bir çökelek dürümü verip kuzuya, danaya gönderiyordu. Neyse ki, Kamil sağlıklı, gürbüz bir çocuktu. Kamil’in aklı ermeye başladığında evde üvey anne tarafından kendisine karşı yapılan bu ayrımcılığın farkına varıyor, ama sesini çıkaramıyordu. Ne de olsa, üvey anne demek analık demekti. Köyde söylenen bir tekerlemeyi Kamil de duymuştu. “Analık, kara yamalık, bir ekmek verir ortası yanık, bir çorba pişirir boz bulanık.” Bu tekerlemeden de anlaşılıyordu ki, analık elinde büyüyenler bu cefaya katlanacaktı.

Babası askerden geldikten sonra da durum değişmedi. Evde analığın sözü geçtiğinden yine aynı durum sürdü gitti. Ne var ki, babası gelince Kamil’in sesi daha fazla çıkar oldu. Evdeki ayrımcılığı dillendirmeye başladı ve her önüne gelene yakındı.  Cemil’in yediği kaymakla Kaymakam arasındaki benzerliğe dikkat çekerek “Analığım evde ne kadar yağ, bal, kaymak varsa Cemil’e yediriyor. Çünkü o kaymakam. Ben ise hizmetkarım. Bana da çökelek dürümü düşüyor” diye dert yanmaya başladı. Her halde Kamil, kaymakam gibi önemli adamların sürekli kaymak yediğini düşünüyordu.

Sonunda herkese bir takma ad bulmak için fırsat kollayan köy halkı Cemil’in adını da Kaymakam koydu. Zamanla Cemil adı unutuldu. Kaymakam aşağı, Kaymakam yukarı diye çağrılmaya başlandı.

Aradan zaman geçti. Çocuklar büyüdüler, delikanlı çağına geldiler. Ama Kaymakam yine zayıf ve çelimsiz, Kamil ise iri yarıydı. Sanki evin bütün yağını, balını ve kaymağını Kamil yemişti de serpilip boy atmıştı. Ama Kaymakam gibi zeki değildi. Hatta biraz saftı. Köyde okul olmadığı için çocuklar okuma yazma öğrenememişlerdi. Ancak annesi Cemil’i komşu köydeki akrabasının yanına göndermiş, o köyde iki yıl okula devam eden Cemil okuma yazmayı öğrenmişti. Köyden gidip de İstanbul ve Ankara gibi kentlerde çalışanların ara sıra köye gönderdikleri ya da ilçeye gidenlerin getirdiği gazeteleri okuması için, yaşlılar toplanıp Cemil’i çağırırlar, gazeteleri ona okuttururlardı. 

Köye bir okul açılacaktı. İlçe kaymakamı okulun yerini görmek amacıyla köye gelmişti. Muhtarın ayvanında otururken köyün içinden bir ses duyuldu. Ayvanın pencereleri açık olduğundan ses odanın içinde yankılandı.

“Ulan, Kaymakam, beni oraya getirme. Gelirsem senin o çöp bacaklarını kırarım.”

Kaymakam kulak kabarttı, Muhtara döndü.

“Bu kadın ne diyor, Muhtar” dedi.

Sesi Muhtar da duymuştu. Gülmeye başladı.

“Kaymakam Bey” dedi. “O size söylemedi. Bizim köyde de bir Kaymakam var. Ona söyledi.”

Kaymakam meraklandı. “Çağırın bakalım, sizin köyün kaymakamını da tanışalım.”

Muhtar adam gönderdi. Kaymakam’ın çağırdığını duyunca küçük Kaymakam korku ve endişeye kapıldı. Onun adını kullandığı için Kaymakam’ın kızacağını, belki de cezalandıracağını düşündü. Apar topar Muhtar’ın odasına getirdiler. Ellerini önünde birleştirip bekledi.

Aynı endişeyi Muhtar da duyduğundan, gülerek, “Kaymakam Bey, anası küçükken buna fazla kaymak yedirdiğinden bunun adı Kaymakam kaldı. Onun için biz buna Kaymakam deriz” diye, açıklama yaptı.

Kaymakam hiç de kızgın görünmüyordu. Sakin bir ses tonuyla konuştu.

“Hiç de kaymak yemiş gibi görünmüyor. Çok çelimsiz.”

“Öyle olduğuna bakmayın, o çok zekidir. Ayrıca okuma yazma da bilir. İki yılda okumayı yazmayı söktü. Köye gelen gazeteleri ona okuturuz.”

Aferin” dedi, Kaymakam. “İlerde ne olmak istiyorsun?”

“Askerden sonra İstanbul’a gideceğim. Orada çalışacağım.”

Kaymakamla göz göze geldiler. Kaymakam onun gözlerindeki derinliği fark edince, “Oğlum” dedi. “İstanbul büyük yerdir. Bir giden pişman, bir de gitmeyen. Orada ne iş yapacaksın?”

“Ne iş olsa yaparım.”

 “Muhtar, bu çocukta iş var” dedi, Kaymakam. “Anasının yedirdiği kaymaklar boşa gitmemiş.”

  Kaymakam son sözünü söyledi.

“Evlat, yolun açık olsun. Sana İstanbul’da bol şans dilerim.”

Çocuk odadan çıktı.

Askerden geldikten sonra Kaymakam İstanbul’a çalışmaya gitti. Bir süre fabrikalarda çalıştı. Sonra bir cam dükkanı açtı. Arkasından marketçiliğe soyundu. Marketi de devredip inşaat işine girdi. İstanbul’da binalar yapmaya başladı, müteahhit oldu.

Köyde kalan Kamil de İstanbul’a gitmeye karar verdi. İstanbul’a giden zengin oluyordu. O Kaymakam’dan daha babayiğitti. Taşı sıksa suyunu çıkarırdı. Kaymakam bu kadar zengin olduğuna göre, kendisi de olurdu. Sonunda askerlikten kalma tahta bavulunu alıp İstanbul’a Kaymakam’ın yanına gitti. Onun inşaatlarında bir süre çalıştıktan sonra, inşaatçılığın kendisine göre bir meslek olmadığına karar verdi. Bir mensucat fabrikasının idare müdürlüğünü yaptığı hemşehrisinin yanına gidip yalvar yakar fabrikada işe başladı. İdare Müdürü de kendisiyle aynı köylüydü. Bir şekilde fabrika sahibinin güvenini kazanmış fabrikaya müdür olmuştu. Patron fabrikanın bütün sorumluluğunu ona vermişti. İdare Müdürü fabrikada çalışan yüzlerce işçi üzerinde disiplini sağlamak için her fırsatta işçilere kaba davranan, ağzı bozuk biriydi. En küçük bir hatayı bile gördüğünde bağırıp çağırıyor, küfür ediyordu. Müdür, Kamil gibi memleketten gelip işe aldığı hemşehrilerini ara sıra topluyor, işçilere söverken bu küfürleri üzerlerine almamalarını tembihliyordu. Kamil’in saf biri olduğunu bildiğinden, herkesten fazla da onu uyarıyordu. Aslında kendisinin küfürbaz biri olmadığını, ancak işçiler üzerinde otorite kurmak için böyle sert davrandığını söylüyordu. Kamil bu durumu çok iyi anlamamakla birlikte, yine de sesini çıkarmıyordu. Ne var ki, işçilerin onurunun kırılmasını da içten içe kabullenemiyordu. Kendisi gibi fabrikada çalışan birkaç köylüsü ile bir araya geldiğinde, Müdür’ün işçilere davranışını konuşuyorlar, Kamil’in biraz saf olduğunu bilen köylüleri bir pot kırmaması için onu sıkı sıkı tembihliyorlardı. “Aman, Kamil” diyorlardı. “Küfürbaz ama biz bu Müdür’ün sayesinde burada ekmek yiyoruz. Aman gözünü seveyim, işçilere sövdüğü zaman sen duymazlığa vur. Kendisi de söylüyor. Nasıl olsa bize sövmüyormuş.” Kamil bu konuşulanları dinliyor, sesini çıkarmıyordu.

Bir gün yine Müdür kızıp köpürmüştü. İşçilere ağır küfürler ediyordu. Kamil de işçilerin arasındaydı. Herkes susuyordu. Başlarını önlerine eğmiş dinliyorlardı. Kamil’in içinde engel olamadığı bir kabarma oldu. Müdüre dönerek, “Ben de senin….” dedi. Bütün işçiler başlarını kaldırdılar, Müdür’e baktılar. Müdür Kamil ile göz göze geldi.

Müdür işçilerin karşısında düştüğü durumun kısa bir değerlendirmesini yaptıktan sonra, zaman kaybetmeden parmağıyla Kamil’i gösterdi.

 “Gördün mü erkeği” dedi. “Bugüne kadar size yaptığım bütün hakaretleri sineye çektiniz. İşte içinizde bir erkek varmış” deyip, oradan ayrıldı.

Dağda gezen kurdu görürmüş derler ya, Müdür de sonunda göreceğini görmüştü. Bu güne kadar önüne gelene hakaret edince nasıl olsa bir gün biri karşılık verecekti. Ama bunun kendi işe aldığı köylüsünün olmasını hazmedemiyordu. Ancak Kamil’in biraz saf olduğunu köydeyken de bildiği halde, böyle bir durum yaratacağını düşünemeyip işe aldığı için kendisine kızıyordu. Neyse ki, kıvrak zekasıyla son anda işi pişkinliğe vurarak durumu kurtarmaya çalışmıştı, ama yine de otoritesinin biraz sarsıldığını düşünüyordu. Bu nedenle kendi köylülerinden fabrikada pompada çalışan uzaktan akrabası bir işçiyi odasına çağırdı.

“Pompacı” dedi. “Kamil’in salak olduğunu biliyordum, ama bu kadar geri zekalı olduğunu bilmiyordum. Ben sizi bana küfür edesiniz diye mi işe alıyorum?”

Pompacı, “Müdürüm, ne kadar zor duruma düştüğünü biliyorum. Ama Kamil’i hoş gör. Biliyorsun, analığı ona hiç bal kaymak yedirmemiş, çökelek dürümüyle beslemiş. Akıl yönünden biraz kıt.”

Müdür’ün de sinirleri yatışmıştı.

“İyi ki, analığı bal, kaymak vermemiş. Bir de yedirseydi, ne yapardık bilmiyorum? Doktorlar yağ, bal, kaymak, yumurta ne varsa hiçbirini yemeyin diyorlar. Yoksa Türkiye’de herkesin Kamil gibi olmasını mı istiyorlar?”