SEN NE BÜYÜKSÜN FENERBAHÇE 


Hanifi ÇOŞGUN


Şimdi baktım geçmişime de ne kadar çok geçmiş. Şakir abinin taş atarak kafasını yaralı tam 36 yıl olmuş. Şimdi kendisi müteahit. Ahmet abiye küfredip kaçalı 35 yıl olmuş. Ahmet abi de polislikten emekli olmak için gün sayıyor. Bir de bakkalımız Haceli vardı, her bulduğum kağıt parayla bayram şekeri almaya gittiğim. Şekeri o gün bugündür çok severim ben. Ha hemen belirteyim, bakkallık Haceli amcanın ikinci işiydi. Asıl parayı muska yazarak kazanır, her muskanın bedelini uzman doktor tarifesi üzerinden tahsil ederdi. “O da iyi ediyor ben de” diye tutarlı bir bakış açısı vardı kendinde. Bakkallar zamanla süper markete, hiper markete evrilirken Haceli amca çizgisini hiç bozmadı, hep talkan (leblebi tozu) sattı, bir de tane hesabı un kurabiyesi. Geçenlerde annemden öğrendim rahmetli olmuş toprağı bol olsun, şimdi mesleğini  küçük oğlu Adnan abi  sürdürüyormuş. Bakkallığı değil tabi.

O zaman rahmetli dedemin bir radyosu vardı. Genelde ajans saatleri açılırdı bu radyo. Müziğin şeytan işi olduğu düşünülürdü çünkü. Akşam ıslık çalınmaz, tırnak kesilmezdi. Dedemi seven bir kitle vardı her akşam oturmaya gelen. Ağır torpille alınmış mahallenin tek telefonu dedemin odasında durur, mahalleliye ptt hizmeti verilirdi. Kim akrabasını, çoluğunu, çocuğunu özlese kavuştururduk tüm özlemleri birbirine. Şimdi kızımı yan odadan telefonla çağıran ben koşa koşa gider özlemlere ortaklık ederdim.

Eve bir televizyon alındığını hatırlıyorum. Bana çok garip gelmişti, bir kutuda birileri konuşuyor, birileri ölüyor sonra yeniden diriliyordu. Bizimkilerin ise bu kutudan daha garip olduğu kesindi. Belki icadı bulanın müslüman olmamasındandır bu kutu kıble tarafına konmazdı ve namaz kılarken üstü bir örtüyle örtülürdü.

Bir de “Ceyar”ı hatırlıyorum, başladığınde evimizin dolup taştığı.  Abimin lakabı bile bu diziden kalma. “Babi”. Babinin dizideki rolü neydi, fonksiyonu neydi bilmiyorum ama annem hala abime kızınca babi diyor. 

Yaşadığı toplumun ritüellerinin insanın kişiliği üzerindeki etkisi nedir bilmiyorum ama ben hatırladıkça mutlu oluyorum çocukluğumu, dedemi, babannemi, çocuğunun başını yarınca bana sadece gülümseyen veli amcayı.

Çocukluğumdan kalma hatıra bir de Galatasaray. Belki de hatıra olduğu için sıkı sıkıya bağlıyım takımıma. Dedemin ritüellerini canlı tutmaya çalışıyorum. Takımım yenilince televizyonun üstüne bir örtü atıyorum.

Galatasaray Üniversitesinde görev yapmak üzere İstanbula doğru hareket ettiğimde aslında gerçek yolculuğu geçmişime gerçekleştirmiştim. Bir bir aklıma gelmişti; çocukluğum, dedem, sevdiklerim, özlediklerim ve kaybettiklerim. Kim derdi ki bu çelimsiz çocuk okuyacak, büyüyecek, rahmetli dedesini onurlandıracaktı. Göremedi Dedem iş güç sahibi olduğumu, ama bunu çok istemişti.  Bana hep derdi ki “Oku oğlum, bir amir de bizden çıksın.”

İstanbul’a uzun süreli kalmak için ikinci gelişimdi. İlk gelişimin üzerinden tam bir yıl geçmişti ve ilk o zaman anlamıştım, bu şehir özletiyordu kendini. Köprüye varıp denizi görünce başlıyordu bu şehirle aranızdaki romantizm.

Önce servisle, Beşiktaşa geçtim, elimde koca bir valiz, içimde valizden de  kocaman bir heyecan. İki ay refaketinde çalışacağım Üstadımı arayıp geldiğimi söylemiş ve gerekli talimatları almıştım. Bir taksi durdurdum, Galatasaray Üniversitesini bilip bilmediğini sordum ve bildiğini söyleyince de attım kendimi arka koltuğa. Taksi hareket ettiğinde içimdeki heyecan, yol kenarındaki tarihi çınarların boyu kadar büyümüştü.

Uzun sürmeyen bir yolculuktan sonra Üstadı bulmuştum. Çekinerek odasına girdim. Koltuğu eliyle işaret etti ve  “Gözüm otur” dedi. Bir sigara ikram etti gelen çayın yanında. Dumanları içimize çekip üflerken ilk o zaman gördüm eşsiz boğaz manzarasını odanın camından. Biraz sohbet ettik. Her ne kadar şu an böyle bir cümle kursam da bir yıllık kıdemi olan bir stajyer ile Üstadı arasında genelde sohbet olmaz. Her şey monolog gelişir. Siz sadece kafayı sallar “Evet” dersiniz. Hele ki Üstadınız feleğin çemberinden önce feleği geçirdiyse sohbete katılım arka arkaya kurulacak iki “evet”ten öteye geçemez.

Bu güzel manzarada çalışılır mı diye içimden geçirirken birden ağzımdan çıkıverdi kelimeler.

– Üstat nerde çalışacağım?

Kendisi bir oda ayarlattığını söyledi. Çayımızı içtikten sonra içerden çağırdığı kamburu çıkmış bir görevliden ayarlanan bu odanın anahtarını istedi. Acaba benim odamın da bu kadar güzel bir manzarası var mıdır diye düşünürken bir binadan başka binaya geçmiştik bile. Öğrenci kulübü yazan bir odanın önünde durduk. Bu esnada kapının üzerinde asılı duran bir sürü anlamsız resme, yazılara ve küçük küçük ilanlara dalmıştım. Kapı açıldı, odanın hazır olmadığı kapıdaki az önce gördüğümüz manzaradan belli etmişti kendini. Üstat görevliye söylendi. Yarına kadar hazır edin odayı dedi. Manzarayı sorarsanız, Üstada üzüldüm. Dedim ki kendi kendime, bu oda dururken kendisini niye küçücük bir pencereye mahkum etmiş. Her ne kadar hazır olmasa da odanın pencereleri Üstadınkinin nerdeyse üç katı büyüklüğündeydi. Ayrıca bu odadan denizin yanında bir de boğaz köprüsü görünüyordu. Birkaç saat önce içimdeki bilinmezliğin heyecanı, muhteşem manzaranın büyüsünde erimiş gitmişti.  

Ertesi gün erkenden gelmiştim işe. Üstat daha gelmemişti. Bulunduğumuz yer ile deniz arasında bir metre mesafe anca vardı. Benim denize bu kadar görmemiş bakışım dairedeki personelin dikkatini çekmiş olacak ki birisi “Üstat siz arzu ederseniz deniz kenarına geçin bir çay söyleyelim” teklifini iletti. Az sonra elimde çay, dudaklarımda sigara, gözlerim deniz içindeki irili ufaklı balıklarda dalıp gitmiştim. “Gözüm erkencisin” söylemiyle bitti denizdeki balık olma hayalim. Yine monolog bir sohbetten sonra Üstat beni dünkü görevliyle gönderdi hazır olmayan odaya. Odanın hazırlanmasına ilişkin yapılan tek şey kapıdaki resim, afiş, ilan gibi bilimum belgenin indirilmesiydi. Bilgisayar falan kurulmamıştı. Masanın üzeri yine bomboştu, hiçbir kırtasiye malzemesi yoktu. Ben kapıyı açan arkadaşa takıldım “Manzarayı bile değiştirmemişsiniz”. Odayla her ne kadar bizim personel ilgilense de aslında tefrişi yapacak ve ihtiyaçları karşılayacak olanlar Üniversite yetkilileriydi.    

Üstada durumu izah ettim. Bana eksikliklere ilişkin bir liste yapmamı söyledi. Hazır olmayan odama geçtim ve başladım eksiklikleri not etmeye. Bu arada saat on olmuş, güneş yavaş yavaş şaşaasını göstermeye başlamıştı. Ben ilk defa böyle bir manzara görüyordum. Hem güneş, hem de güneşin tüm ışıklarını bir ayna gibi yansıttığı deniz parlıyordu. Bu sebeple ne güneşe ne de denize gözlerinizi kısmadan bakamıyordunuz. Bu durumdan rahatsız olduğum için perdeyi çekeyim dedim. Baktım camda ne perde, ne tül, ne jaluzi hiçbir şey yok ve elimdeki kağıda not ettim “Acilen Jaluzi”.

Üstada verdiğim eksiklik listesi jaluzi hariç her şeyiyle ertesi gün tamamlanmıştı. Ama o listenin sonuncu sırasında yer alan ve işin yapılmasında en önemsiz şeymiş gibi duran jaluzi, gün geçtikçe ne kadar önemli bir eksiklik olduğunu, güneşin denizin üstündeki yansımasının başladığı andan itibaren her gün hissettiriyordu. Güneş önce usuldan yükselmeye başlıyor, sonra denizi ışıltıya davet ediyor ve bu ikisi başlıyorlardı gösteriye. Söz konusu gösteriye saat 10.30 gibi odamın penceresi de alkış tutuyor ve bu alkışı 15.00 sularına kadar sürdürüyordu. Bu sebeple masada ışık düşmemiş hiçbir alan kalmıyor, gözlerimi kısa kısa ödeme evraklarına bakmaya çalışıyordum. Artık koltuğu farklı açılara ve konumlara alarak kendimi güneşten saklamaya başlamıştım. Sabah çalışmaya pencere önünde başlıyor, sonra duvar dibine geçiyor, daha sonra kapı arkasına saklanıyor, nihayet yine pencerede sonlandırıyordum mesaimi. Odada klimanın olmayışı, aşırı nem ve sıcak da cabasıydı. Resmen güzel manzara işkenceye dönüşmüştü. Hatta paranayok davranışlar da göstermeye başlamıştım. Acaba Üstat bu odayı özellikle seçip de sabrımı mı sınamak istiyordu. Belki de jaluziyi bu sebeple temin etmiyordu. Yani acaba her şey bilinçli miydi? Bu görüşümü destekler delillerim de vardı. Bu binada aynı manzaraya sahip olup jaluzisi olmayan tek oda burasıydı. Sevdiğim akademisyenlerden birisi olan İlber ORTAYLI zaman zaman penceremin önünde öğrenci arkadaşlarla sohbet ediyor, o yüksek tonajlı kahkahalarını atıyordu. Bu sevdiğim insana ait kahkahalar bile aşırı itici gelmeye başlamıştı. Sanki hoca benim durumumla alay ediyordu.  

Her gün hatırlatıyordum Üstada jaluzi meselesini. Artık nasıl anlatıyorsam Üstat da gülerek tamam diyordu “Bugün halledeceğim.”

Aradan yaklaşık on gün geçti. Yine hatırlattım durumu ve ekledim:

  • Üstat, artık geceleri de uyuyamıyorum, manzara kabusum oluyor. Ter içinde kalkıyorum.
  • Sen git, iki saat içinde hallediyorum.

Odama geçtim. Penceremi açtım. Yan tarafta bulunan kafeteryaya gelip geçenlere baktım. Kampüs küçüktü ama çok fazla insan sirkülasyonu vardı bu küçücük alanda. Birden kapı çalındı. Elinde bir tomar spor gazetesi ve koli bandı olan bir personelimiz içeri girdi. “Beni Üstat gönderdi, size perde yapmaya geldim” dedi gülerek. Acaba nasıl yapacak diye bakarken çıkardı gazete kağıtlarını, başladı koli bandıyla pencerelere yapıştırmaya. Üstat talimatı da vermişti. Yapıştırılan tüm sayfalar özenle seçilmişti ve her sayfasında Fenerbahçe vardı. İşlem bitince ikimiz de çıktık gazetelerin dışarıdan nasıl durduğuna bakmak için. Galatasaray Üniversitesinde komple Fenerbahçe haberleriyle donatılmış bir oda camı. Hem de gecekonduya asar gibi yapıştırılmış. Birden oda rağbet görmeye başladı. Meraklı bir kalabalık birikmeye başladı camın önünde, gülenler, fotoğraf çektirmeye çalışanlar, idareciler.  

Sonuç, bir saat sonra odamızın sıfır bir jaluzisi vardı. Sen ne büyüksün Fenerbahçe ve sen ne büyüksün Fenerbahçeli Üstadım.