KANTAR


Hanifi ÇOŞGUN, 28.02.2018


Bazen sıkışıp kalırsınız bir Ankara sabahında. Bu sabahın, ilkbahardan mı yoksa sonbahardan mı olduğu içinizde bulunduğunuz yalnızlığı etkilemez. Esen ılık yelde üşür, yağan yağmurda ıslanmazsınız. Güneş durur tepenizde, siz gölgelere gömülmüşken. İşte böylesi bir sabahta almıştım yaptığı işe ortak olma teklifini Üstadımdan. Normal koşullarda hemen reddetmem gerektiğini biliyordum. Çünkü, bu teklif aslında birlikte iş yapma teklifinden daha çok işi transfer etme ve beni çalıştırma niyetinden başka bir şey değildi.    

Saniye dakikaya, dakika saate karışırken, biriktirdiğiniz bir yaşanmışlığı veya buram buram siz kokan bir hikayenizi seyretmek istersiniz karşınızdakinin gözbebeklerine odaklanarak. Kullanılmışlığınızı, hüznünüzü, yorgunluğunuzu ve daha da kötüsü o sıkışmış sabahınızı bir çırpıda yüzüne haykırmak, önce sakin tonda başlayan konuşmanızı sertleşerek sürdürmek ve belki de bağıra çağıra sonlandırmak istersiniz, istersiniz de yapamazsınız. Ben de yapamadım, cümlesini tamamlamadan, havada kaptım noktasını ve tamam dedim ne zaman gidiyoruz.

Göreve geldiğimiz bu şehir hüzünlü gelir bana hep, biraz da sahipsiz ve gariban. Sanki okusun diye elinden tutulup kasabaya bırakılan çocuk gibidir. İçindeki yalnızlığı dudağının kenarına kondurduğu tebessümle ışıtan, yeri gelince de hüngür hüngür, hıçkıra hıçkıra ağlayan bir çocuk.  Bu sabah şehir dudağının kenarındaki tebessümü tattırmıyordu maalesef. Göğün yerle konuştuğu, tüm hasretini toprağa anlattığı şakır şakır yağmur yağan bir havada bekliyorduk bizi alıp işimize götürecek aracı. Yanan sigaramın ucundaki kızıllık yavaş yavaş içime düşmüştü ve evimi özlemiştim. Neredeyse bir aydır evden uzaktaydık ve iş uzadıkça sinir harbine dönmüştü Üstadımla aramızdaki görev paylaşımı. Ne yalan söyleyim babacan tavırları olmasa, bir abiden daha fazla ağabeylik yapmasa, ruhumdaki tükenmişliği görüp her defasında elini uzatmasa, en güzeli de her akşam güzel bir anısını anlatıp detone olarak sanat müziği söylemese çekilecek gibi değildi son günlerimiz.  

Araç geldi, sağ kapı ile birlikte “şakk” sesiyle şemsiye açıldı. Üstadın başına tutuldu, “Buyurun Efendim” denildi  ve ben ıslanarak arabanın sol arka kapısını açtım ve kendi imkanlarımla bindim arabaya. Lastikleri çatlamış silecekler gacur gucur ederek ön camları temizlemeye çalışırken buğulanan camı parmaklarımla temizliyordum aklımda özlediklerimle. Araç eski, şöför araçtan da eskiydi. Biz araca binince kısılan müzik sesi, Üstadın “Sesi kısmana gerek yok” söylemiyle bir düzey fazladan yükseltilmişti. Şöför Üstadın hoşuna gittiğini düşünerek “Efendim sever misiniz Hakkı Bulut’u” dedi. O da “Yok, biz seni sevdik” şeklinde cevapladı.

“İkimiz bir fidanın güller açan dalıyız”  şarkısını dinleye dinleye, ara sıra da Üstadın detone bir şekilde şarkıya eşlik etmesine katlana katlana vardık işyerine. Şehir tebessümüne kavuşmuş ve yağan yağmur durmuştu. Muhtemelen bir saate hüzünden hiçbir eser kalmayacak, yağmurun tüm izleri güneşle birlikte kaybolacaktı. Yine Şoför bey hızlı bir şekilde inerek, ceketinin önünü tuta tuta ve benim kapımı es geçerek gitti Üstadın kapısını “çat” diye açtı. “Var mı bir isteğiniz Efendim” dedi. Üstat arabadan inerken “Akşam yine dinleyelim bu adamı” diyerek gülümsedi.     

Saat 2 olmuştu. Daha önce organize ettiğimiz ekip ve araçlar hazırdı. Kapıda bir vinç, iki tır, toplam 10 kadar kişiyi götürecek bir minibüs bekliyordu. Bize haber verildi. Az önce hazırlayıp yazıcıdan çıkardığım tutanakları, güzel yazan bir kalemi çantama koydum. Hadi “Üstat” dedim. Üstat kendini iyi hissetmediğini, sabahki şarkının kendisini çarpmış olabileceğini söyledi. Peki dedim gülümseyerek. Çıktım ve ekiple hareket ettik.  

Vardık bir sokağa durduk. “Burası mı” dedim, “Evet” dediler. Çaktırmadan yandeksten kontrol ettim kandırılmıyordum, gerçekten burasıydı. Sokağının her iki başına birer personel kondu ve sokak kapatıldı. Araç girişi engellenmişti, ama sokağa iki tır, bir vinç bir de çok sayıda resmi giyimli adam gelince araçların yerini insan trafiği almıştı. Etrafımızda meraklı bir kalabalık toplandı ve o kalabalığın merakını daha da arttıracak “Ray Ban” gözlüklü James Dean kılıklı yakışıklı bir adam sağa sola talimat veriyordu (anlaşılmadıysa diye yazıyorum, burada kendimi tarif ediyorum). Sokakta keşif yaptım, işaretlediğim direklerin sökülmesi talimatını verdim. Elektrikler kesildi, direkler söküldü ve vinç yardımıyla tırlara yüklendi. Ekibin TEDAŞ’tan olduğunu anlayanlar tabiî ki benim etkin ve yetkin bir adam olduğumu da çözmüş olacaklar ki hemen geldiler şikayete başladılar; yok şu sokağın lambası patladı, yok bu direk ateş çıkartıyor, yok elektrik paraları yüksek geliyor. Ben de kalabalığın gönlünü hoş edeyim diye yetkili arkadaşa döndüm “Müdür Bey, bunların hepsini not alıyorsunuz değil mi?”.

Araçlar hareket etti, söktüğümüz direkleri nerde tartacağımızı düşünürken geldik kabzımal dükkanlarının önünde durduk. “Bizde dijital kantar yok, bu sebeple buradan geçici kantar temin edeceğiz, fakat vermeyebilirler, siz maliyecisiniz, siz de gelirseniz daha kolay olur kantarı almak” dedi yetkili arkadaş.  

Bir sabaha sıkışıp kalmışken, çocuğun dudağının kenarındaki tebessümden bahsederken, daha sabah arabanın camındaki buğuyu romantik bir havada sağ elimle temizlerken, dijital kantara bağlamıştık. Şömine hayalini elektrikli sobayla realize eden bir nesilden gelen ben, yine bir kere daha hayalimdeki güzellikleri hayatımdaki gerçeklikle örtüştürememiştim.

Devletin bir biriminin kantarı olmadığı için tartamadığı direklerin bedelini kilo üzerinden ödemesine mi yanayım, kabzımalları tek tek dolaşmamıza mı üzüleyim, yoksa sarımsak kokusuna mı dayanayım derken bir dükkanı kestirdim ve direkt içeri daldım. Burayı seçmemdeki sebep içerde ikna edilebilir toy bir delikanlının bulunmasıydı. Benim Maliyeden, arkadaşların TEDAŞ’tan geldiğini söyleyerek ve bu iki kurum arasında birlikte hareket edecekleri nasıl bir ilişki olabilir ki açıklamasını es geçerek, durumu izah ettim ve kantarına el koyduk. İlgili arkadaşlar yola kadar kantarı taşıdı. Delikanlı tabi kantarının güvenliğini sağlamak adına bizim peşimize takıldı. Vinç yardımıyla direkler inmeye başladı. Tabi en ufağı sekiz metre olunca, bu direkleri küçücük bir kantara koyup tartmak bir sürü denemeyi de beraberinde getirdi. Direkler tartıla dursun bu arkadaş benle sohbet etmeye başladı.

  • Abi sen Üniversite mezunu musun?
  • Evet.
  • Ben de abi.

Bu kez ben merak ettim üniversite mezunu birisi neden kabzımallık yapar diye.

  • Nere mezunusun sen?
  • Konya Selçuk. İktisat.

Tabi şaşırarak sohbete devam ettim.

  • Neden, sınavlara girmiyorsun, neden burada soğan sarımsak satıyorsun. 
  • Abi memur olayım da senin gibi üç kuruşa mı çalışayım. Ben senin bir ayda kazandığını sabah iki saatte kazanıyorum.

Genç diye küçümsediğim, soğan sarımsak satıyor diye tepeden konuştuğum bu çocuğun benim gözümden beni görmesi hiç hoşuma gitmemişti. Sohbeti kestim. Bir kaç adım uzaklaştım. 30 saniye sonra bu yine geldi yanımda durdu ve konuşmaya başladı.

  • Abi sen bizim Süleyman beyi tanıyor musun Vergi dairesinde.
  • Yok.
  • Abi peki Veli abi vardı, müdür, bizim uzaktan akraba. Onu tanıyor musun?
  • Hayır.
  • Abi bir de benim babamın arkadaşı vardı. Defterdar yardımcısı, ismi de galiba Kamildi.
  • Yok, onu da tanımıyorum.

Bu cevap üstüne çocuk, acaba gerçek bir maliyeci değilmiyim diye biraz tedirgin bir şekilde konuşmasını  sürdürdü.

  • Abi sen nasıl maliyecisin ya kimseyi tanımıyorsun.

Sesindeki tedirginlik alaycılığa dönmüştü, benim bir ayda kazandığım parayı bir sabah ezanının okunma süresinde kazanıyordu netice itibariyle.

  • Ben Ankara’dan geliyorum. Bu şehirde çalışmıyorum. Müfettişim ben.

Babasına rüştünü ispat etmeye çalışan yeni yetme genç edasıyla çıkmıştı cümleler ağzımdan. Delikanlıda birden bir mahcubiyet oluştu, ama kısa sürdü bu mahcubiyet, yerini hemen şaşkınlık aldı.   

  • Abi kusura bakma, ben seni bizim buralardan sandıydım, tipin de benziyor hem buradakilere.
  • Yok, problem değil.
  • Abi yanlış anlamassan bişey soracağım.
  • Sor tabi.
  • Sen şimdi bu direkleri tartmak için ta Ankaradan mı geldin? Hani bildiğimiz Ankara.

Bu, soruyu hiç beklemiyordum. Ne karşılık vereceğimi bilemeden ağzımdan bir “Evet” sözcüğü çıktı. Çocuk sürdürdü konuşmasını.  

  • Abi buradakilerin matematiği mi zayıf, buradakiler tartamıyor mu ki. .

Sadece gülümsedim. Delikanlı devam etti.

  •  Vay be Devletimize bak ne kadar büyük. Direk tartmaya ta Ankara’dan adam gönderiyor.