Maastricht Anlaşması ile 1999’a kadar parasal birliğin tamamlanması ve birlik içinde tek bir Avrupa parasının kullanılması, Avrupa vatandaşlığının oluşturulması ve ortak dışişleri-güvenlik ile adalet ve içişlerinde işbirliği politikalarının oluşturulmasına karar verildi.

En önemlisi, Maastricht Anlaşmasıyla birlikte Avrupa’da ekonomik bütünleşmenin yanına siyasi birleşme hedefi de konuldu.

Böylece birleşik Avrupa ideali, ekonomik birlik fikrini aşarak, siyasi bütünleşme yönünde ikinci önemli yükselişini gerçekleştirdi.

Öte yandan, AB’nin genişleme süreci devam etti ve 1995 yılında Avusturya, İsveç ve Finlandiya’nın katılımıyla AB’nin üye sayısı 15’e çıktı.

Euro 1 Ocak 1999’da AB’nin ortak para birimi olarak belirlendi. 1 Ocak 2002’de tedavüle giren Euro banknot ve madeni paraları, 12 ülkede kullanılmaya başlandı. 30 Haziran 2002’de ulusal para birimleri tedavülden kaldırıldı.

AB 2000’li yılların başından itibaren Türkiye’nin de aralarında bulunduğu  (13) doğu ve güney Avrupa ülkesinin katılımı için hazırlıklara başladı.

Nitekim 2004 yılında, Avrupa Birliği tarihindeki en büyük genişleme dalgası gerçekleşti ve 10 yeni ülke; Çek Cumhuriyeti, Estonya, Güney Kıbrıs, Letonya, Litvanya, Macaristan, Malta, Polonya, Slovakya ve Slovenya Avrupa Birliği’ne katıldı.

2007 yılında, Bulgaristan ve Romanya’nın katılımıyla AB’nin üye sayısı (27)’ye ulaştı.

(12) üyeye göre tasarlanan AB’de üye sayısının (27)’ye ulaşması, Birlik içinde ortak karar alınmasını zorlaştırmaya başladı. Bu durum, daha etkin işleyen ortak karar mekanizmalarının kurulması yönünde reformist düzenlemeleri gündeme getirdi.

Bu kapsamda, 2009 yılında yürürlüğe konulan Lizbon Anlaşması, reform ihtiyacını karşılayan düzenlemeler içeriyordu. Anlaşma ile (27) üyeli Avrupa Birliği´nde karar alma mekanizmalarındaki tıkanıklıkları gidermeyi, karar alma süreçlerini hızlandırmayı, AB’yi uluslararası alanda etkili bir aktör haline getirmeyi ve Birliğin daha demokratik bir yapıya kavuşmasını amaçlayan düzenlemeler yapıldı.

Lizbon Anlaşması ile üye ülkelerin Avrupa Parlamentosundaki temsilci sayısının en az 6, en fazla 96, Parlamentonun toplam üye sayısının ise 751 olarak belirlenmesi, ulusal meclislerin Avrupa Birliği Komisyonu’nun hazırladığı yasa tasarıları üzerinde söz sahibi olmasının sağlanması, karar alma süreçlerini kolaylaştırmak amacıyla çifte çoğunluk sistemine geçilmesi, üye ülkelerin AB’den çıkarılmasının önünün açılması gibi önemli düzenlemeler gerçekleştirildi.

Ayrıca bu anlaşma ile AB Konseyi toplantılarına başkanlık etmek üzere, daimi bir “Avrupa Birliği Konseyi Başkanı” ve Birliğin ortak dış ve güvenlik politikasını yürütmek üzere, “Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi” görevleri ihdas edildi.

AB’nin üye sayısı 2013 yılında Hırvatistan’ın katılımıyla 28’e ulaştı.

Avrupa’da birlik fikrinin ilk kurumsal yansıması olan AKÇT’den günümüz devasa Avrupa Birliğine ulaşılması, 75 yılı aşan bir zaman aldı ve bu süreçte, katılımcı ülkelerdeki “birlik yanlıları” ile “ulusal egemenlik yanlıları” arasında çetin tartışmalar yaşandı.

Birlik yanlıları, üye devletlerin egemenlik haklarının bir bölümünü uluslar-üstü Topluluk kurumlarına devretmeleri gerektiğini savunurken, egemenlik yanlıları, Birliğin daha çok bir ekonomik ve ticari serbest bölge olarak kalması ve devletlerin egemenlik haklarının korunması gerektiğini savundu.

Egemenlik yanlıları, ülkeleri bağlayıcı kararların ülkelerin kendi parlamentoları yerine, Avrupa başkentleri denilen Brüksel, Lüksemburg ve Strasburg’da alınmasına karşı çıktılar.

Egemenlik yanlılarından Fransız siyaset adamı Philippe Seguin 1992’de Fransız Parlamentosunda yaptığı konuşmada; uluslar-üstü bir Avrupa birliğini oluşturmaya çalışanları “federalizm yanlıları” olarak tanımlıyor ve onların küreselleşme yarışında ulusu, modası geçmiş bir şey olarak kabul ettiklerini ifade ediyordu. Seguin konuşmasında, Avrupa bürokratları ile federalizm yanlılarını, siyasal amaçlarını teknik bir perdenin arkasına gizleyerek hareket etmekle suçlayarak, amaçlanan siyasi birlik modeliyle egemenliğin bir halkın elinden alınıp bir halklar topluluğuna değil, halkın denetiminden tamamen uzak olan teknokratlara devredildiğini, böylece demokrasiden de uzaklaşıldığını savunuyordu.

Birlik yanlıları ise, ulusal egemenlikçi yaklaşımın, yüzlerce yıldan bu yana Avrupa’da, kendini diğerinden üstün gören milliyetçiliğe zemin hazırladığını, yükselen milliyetçiliğin de, bir ülkenin diğeri üzerinde egemenlik kurma çabalarına ve kanlı savaşlara yol açtığını savunuyordu.

Birlik yanlılarının önde gelenlerinden Jean Monnet 30 Nisan 1952’de yaptığı Washington konuşmasında, ulusal egemenliklerin birbiri içinde erimesini sağlayacak olan ortak kurum ve kuralların kabul edilmesinin, Avrupalıları ortak bir gücün himayesinde birleştireceğini ve başlıca çatışma nedenlerini ortadan kaldıracağını ifade ediyordu.

Avrupa’da II. Dünya Savaşına giden yolda, Alman milliyetçiliğinden beslenen Nazizm’in, İtalya ve Avusturya’da ideoloji ve kültür düzeyinde ortaya çıkan kafatasçı fikirlerin ve bu fikirlerin yol açtığı kanlı sonuçların henüz akıllarda tazeliğini yitirmemiş olması, birlik yanlılarının fikirlerinin kabul edilmesini kolaylaştırdı.

Böylece, üççeyrek asırdır devam eden Avrupa’nın birleşme süreci, egemenlik yanlılarının önerdiği “ekonomik serbest pazar” sınırlarının çok ötesine geçerek, birlik yanlılarının savunduğu ekonomik ve siyasi bütünleşme yolunda önemli mesafe kat etti. Ve giderek bir “Avrupa Birleşik Devletlerine” doğru evrimini sürdürüyor.