BÜYÜKLERİN MAÇINDA KALECİ OLMAK


Büyüklerin maçında kaleci olmak zor bir görevdi. Kale büyük, şutlar sertti. Ama yine de kutsal bir vazife sayılırdı bu bizim için. Bir kere büyüklerin en müşkül işiydi kale. Onlardan kimse kalede kalmak istemez, bir gol yiyince hemen çıkmak isterdi. Çoğu kez takım arkadaşları da inadına gol yemekle suçlarlardı kaleden çıkanı. Biz bu dertten onları kurtardığımız zaman bir çeşit dokunulamazlık da kazanırdık. Abimiz olmasa, İstanbul’dan gelmemiş olsak bile artık görmezden gelirlerdi bizi. Artık onlardan ne hakaret yerdik, ne de dalga geçerlerdi bizimle. Bu bize en büyük lütuflarıydı. Herhangi biri herhangi konuda asla birşey demezdi bize. İşinize de karışmazdı hiçbiri… Yok hükmünde olurduk aslında ama cidden bu iyi bir şeydi. Yok sayıldığınızda nerdeyse hiçbir vakit dayak yeme pozisyonuna da gelmezdiniz. Zaten dayak işi de nasip işiydi bir yerde…

Hava güzel olunca bizim için en sevinçli iş inekleri beklemekti. Çünkü hava güneşse Çikares denen yaylıma iner inmez, inekleri kendi haline bırakır ve top sahalarına koşardık. Bizim saha büyüklerin çizgili sahasının hemen yanıydı. Her iki kalemiz de 37 numara karalastikle adımlanmış, bir işaret olarak çimi yontulup taşlarla doldurulmuştu. Büyükler ise geçen yılki direkleri yenilemek istemiş ama sadece birinin direklerini yapabilmişlerdi. Kalenin eski direklerini Memiş Emice odun edip eve taşıyınca büyükler arasında kavga çıkmış diğer kale direkleri yapılamamıştı. Memiş Emice “Uşaklarımın hakkı var’ demişti. Aslında ondan başka bir baba da çıkmazdı o direkleri odun edip eve getirecek. Ama işte o sahiplendiği için kimse de enayi olmak istemiyordu. O yüzden diğer kale bizim kaleler gibi taşlarla kalmıştı.

Büyüklerin kaleci teklifi Mustafa Emin’e gitmişti. Çünkü o gün topları da yoktu. Büyükler, bizim topu, sahibini ve istediği bir arkadaşını maça davet ediyorlardı. Mustafa Emin, büyük sorumluluk altında gibi, bu teklifi kabul edip etmemekte kararsız bana bakıyordu. Oğuz “Kabul etmezseniz zaten zorla alacaklar topu” diyordu. Söylediği doğruydu ama onun dolduruşuna da gelinmezdi. En son Eyüp’ün camiden uğurlanmasında da aynı roldeydi! Yemeği beğenmeyen imam “Neyse kedilere veririz.” demiş Oğuz da bunu ezanı yeni bitiren Eyüp’e yetiştirmişti. “Kedileri de çağırsana, onlar da gelsin, yemek arttı…” diye keklemişti garibi. Ümmed-i Muhammedin hayır dualarının yanında kedilerden de sevap kazanmak çok iyi bir fikir gibi gelmişti Eyüp’e. “Gel pisi pisi gel gel pisi pisi pisi…” diye anons geçmişti himmeti ali tutmak için. . Yayla semalarında ‘gel pisi pisiler’ kedi miyavlamalarına karışmıştı. Nerden geldiğini anlamadıkları bu ses karşısında kedilerin kafası karışmıştı ama imamın kafası netleşmişti; elleri acısıya dövmüştü onu… Evet, kardeşimdi ama Oğuz’a işte bu yüzden güvenilmezdi. Kaldı ki onun kalbi zaten hep istop oynamak için atardı!

Kararsızlığımızı da kaldıran yine Eyüp’ün sesi oldu. “Kimundur top, illa zorla mi al diyiler hee” diye uzaklardan söylene söylene gelmeye başlamıştı. Ne sesi kadar ne de cüssesi kadar yüreği yoktu ama bulaşmak da istemezdik. Hem abisi vardı. Benim de abim vardı ama abi bile demezdim…

Eyüp, yaşça bizden büyüktü. Ama büyüklerin arasında yaşça da boyca da bize en yakın olanıydı. Hatta benden bile kısaydı. Ama benden iki tane çıkar cüssesi vardı. Huyu fıtratı da yumuşaktı aslında. Abisi gibi hele hiç değildi. Ama merhameti yönetecek akıl yönünden eksiği vardı. Bu eksikliği onu zulme de abisinden bile daha yakın kılıyordu. Çok dayak yiyor ve çok kavgaya karışıyordu. Muzaffer lakaytlığı yüzünden camiiden kovulurken bir kere bile dayak yememişti. Ama işte Eyüp kovulurken bile iyi niyetinin kurbanı olmuştu. 

İlk yarı için şanslı taraftaydım. Kale direkleri olmayan kale bana düşmüştü. Bu sebeple koruyacağım kale, bana yine biraz bol gelse de yükseklik açısından boyumla eş olacaktı. Nitekim Muzaffer’in bir şutu, uzanamazdım diye gol olarak sayılmamıştı.

Bizim takım fena değildi bence. İlk yarıyı da 5-3 önde bitirmiştik. Avantajı kullanmış sayılırdık. Direkli kalede Mustafa emin de fena değildi aslında. O kalede yapabileceği her şeyi yapmıştı. Uzaktan gelen bir topa ellerini uzatmış, sert gelen top yüzünden parmakları da sızlamıştı. Ondan başka da auta giden topları oyuna sokmuştu. Bundan başka da bir iş düşmemişti ona. Artık Mustafa Emin’in çilesi bitmiş benimki başlamıştı. 2. yarıya golle başlamamız rakibi panikletmişti. Mustafa Emin ilk fırçasını yemişti. İkimiz de daha dikkatli olmalıydık. İkili mücadeleler sertleşmiş, düşman gibi bilenmeye başlamışlardı birbirlerine. İşte böyle bir anda Muzaffer nasıl olduysa bomboş kalmış topla birlikte geliyordu. Normalde kaleden çıkmam gerekirdi. Ama topla birlikte ezip geçebilirdi beni. Eyüp gibi enine olmasa da Muzaffer de cüsseli idi. Benden de en az 10 yaş büyüktü. Tereddütle birkaç adım atmıştım ki “Keerim Abdül Cabbaaarrr” diyerek topa vurdu. Böğrümü nişan almış toptan korunmak için refleksle iki elimi kalkan yaptım. Acımasız top, dirseğime çarpıp kornere gitmişti. Muzaffer artık köpüren bir denizdi.

Kendimi korumuş olmam Muzaffer’i rencide de etmişti. Dışardan bir kızın;

– “O basketçi değil miydi manyak mı bunlar” dediğini herkes duymuştu. Farkında değildik ama meğer bütün kızlar da maçı seyrediyordu. Kayaların üzerini tükürükleyip kına yakanları saymazsak tabii…

Sinirli bir Muzaffer vardı artık karşımda. Herhangi bir dalgaya gelmemek için bizim takımdan yapılan aferin dolu övgüleri duymazlığa vermiştim. Muzaffer’in atacağı golle yatışacağı ümidiyle korneri atacak İlyas’a bakıyordum. Sonuçta sahanın en uzunu Muzafferdi. Topa kafa vurmayı da zaten herkes beceremezdi. Mesela Eyüp de onun boyu olsa külliyen israf olurdu. Çünkü bir keresinde çok güzel bir ortaya kafa vurmuş top yan sahadaki kaleye gol olmuştu. Orta gelmiş, Muzaffer bana doğru koşup, gelen topa sert bir kafa çaktı. Top tam köşeye doğru gidiyordu. Benim onu yakalamam için en az 2-3 adım atmam gerekiyordu. Ondan sonra zıplarsam belki yetişebilirdim topa. Fakat öyle olmadı. Top çam direğin dallı kısmına denk gelmiş içeri girecek yere ordan yumuşayarak geriye, benim kucağıma gelmişti. Muzaffer çıldırmak üzereydi. Ben sahiden korkmaya başlamıştım.

Muzaffer gol olduğuna ısrar ediyordu. Bizim takım da ” sen budamiştun direği, doğru budasaydın. içeri girmedi top, gol yok.” diyordu. Eyüp abisinin haksız olduğunu biliyor, ama yine de küfür karışık konuşuyordu. Artık herkes de birbirine hakarete başlamıştı.

– Topa on direkten vurdi bak, arka direğun de arkasina çaptı. Akıl var mantık var… Bu tabii ki gol!

– Dal salak dal. Kedileri camiiye toplayana kadar sen budasan o zaman. Muzaffer demedi mi ceketimi asarım bu dala da?

– İster ceketimi asarım ister topu, gol işte…

– Dal orda, top burada. Yok gol mol!

Filler tepişmeye başlamıştı. Mustafa Emin’le sakin bir yere geçmiş kendi geleceğimizi konuşuyorduk. Maçın devam etmeyeceğini biliyorduk. Büyüklerde, bir takım kazanmaktan ümidi kesince hep aynı olurdu. İtirazlar, sataşmalar, sonunda kavga çıkar, Eyüp çılgına dönerdi. En sonunda da ortalık yatışır ve maç bitmezdi. Fakat bu kez biz de işin merkezinde kalmıştık. Benimkisi nefsi müdafaaydı ama yayla kanunlarında böyle bir madde yoktu. Mustafa Emin de hatalı gol yemişti. İkimizin de görünmezlik zırhı delinmişti. İstanbulluydu, hem topu da vardı ama gene de ihtiyatlı olmalıydı artık Mustafa Emin. Düşmanımız birdi. Kin dolu gözlerinden ateşler saçarak kavgaya devam ediyordu. Artık ben de ya abimin himayesine girecektim ya Oğuz’la gezecektim…

Yazan: Yusuf ZİYA