BENİ BU YAYLALARDA BONBİLİBONSUZ BIRAKTIN


Çocukluk işte. Çocuklar, en küçük rekabetlerden savaşlar çıkarabiliyor, hainler üretebiliyor. Konuyu olmadık kurgularla memleket meselesine dönüştürebiliyor. Bizimki de öyle olmuştu. Üstelik bizim komutanımız yaylanın imamıydı. Sayesinde bizi her gün nefret ettirdiği diğer yayla çocuklarına düşman yerine Çiçek Orduları adını takmıştık. Bize sık sık onlardan bahseder, ne kadar da harika olduklarını falan anlatırdı. Onları sevmek için bize hiçbir neden bırakmamıştı. Başta bunu bizi kamçılamak için yaptığını sanıyorduk. Fakat sonradan öğrendiğimize göre evvelki yıl onların imamıymış. Gerçi imamlık mevzuu da öyle değilmiş ya onu sonra anlatalım…

Komutanımızın, üç aylığına geldiği yaylamızda, yapılmakta olan ilk beton inşaatını saymazsak pek bir şey beğendiği olmamıştı. O yıl lise sona geçmişti ve yaz ayları birçoğunun yaptığı gibi hem staj hem de para kazanma amacındaydı. Gerçi bizimkinin para biriktirdiği de pek söylenemezdi. Yanında alt sınıfından birisiyle birlikte kalıyordu camiinin lojmanında. Herhalde sefer tasındaki yemeği gibi maaşını da onunla paylaşıyordu… Yatsı hariç ezanları arkadaşı okuyordu. Dersleri de arkadaşı yürütüyor, arada sırada O da gelip gidiyordu. Mesela benim bir ezberimde bile yayla sınırları içinde olmamıştı. Genç komutanımız yaylamızı beğenmediği için mütemadiyen diğer yaylaya giderdi. Oradaki şartlar bizimkine göre çok daha iyiydi. Bir kere bakkal vardı orda. Hatta ekmek yapan bir yer bile vardı. O vakitler biz hiç köyden kasabaya bile inemediğimizden fırın diye bir şey de bilmiyorduk… Komutanımız, bir keresinde elinde tepesi yenmiş bir ekmekle girdi içeri. Şehir görmüşümüz Merve, yanındakine ekmekle ilgili bir şeyler fısıldarken komutanımız sert bir girişle konuşmaya başladı: “Çocuklar” dedi ve Tebareke’yi ezberden okuyan Meryem’e de eliyle hemen yerine geçmesini işaret etti. Bir baskın gibi bir şey olmuştu, herkes bir merak içindeydi. Arkadaşı dahi ağzından çıkacak sözcüklere düğümlemişti. Aslında söz sırası gelirse onun da diyeceği vardı: çünkü o gün ilk kez Tebareke okunuyordu camiide. Komutanımız elindeki ekmeği masaya bırakarak konuşmaya başladı. Neymiş efendim diğer yaylanın imamıyla yarışma planlamışlar. Ödül olarak, boylarımız kadar çubuk kraker, kilolarımız kadar da bonbilibon verecekmişler. Ordularını savaşa hazırlar gibi büyük bir coşkuyla anlatıyordu. Cebinden birkaç bonbilibon kutusu çıkarmış “Herkes hak ettiği kadar yiyebilecek” diyordu. Ben galiba 20-30 kilo vardım. Ebru yemezdi gerçi ama tüm kardeşlerime en az ikişer tane bonbilibon verebilirdim. Bana yine çok kalıyordu. Hatta teyze çocukları; Tuğba, Birsen, Türkan, Figen, Merve, Tuğçe ve Kadir’e de birer tane verebilirdim. Oğuz zaten camiye geliyordu, hem yarışmayı da kazanırdı. Sure okurken ağzı hiç tükürüklenmiyordu onun… Komşularımızdan; Nesibe, Gamze’ye de çubuk krakerlerden verebilirdim. Onların babası bonbilibon yemelerine izin vermezdi zaten. Camiiye de göndermiyordu, kendi usülleriyle ders veriyordu… Ödül sadece bonbilibon ve kraker değilmiş, hem kızlardan hem de erkeklerden birer kişiye de müezzinlik vereceklermiş. Gerçi bizim çoğumuz namazlarda müezzinlik yapabiliyordu…

Artık günlerimiz ezber ve taktikle geçiyordu. Komutanımız pek ilgilenmese de arkadaşı Davut hocayla çok iyi ilişki kurmuştuk. Yarışmayı O da bizim gibi önemsiyordu. Her sureye en uygun kişiyi belirliyor nefes alış verişlerine bile dikkat kesiliyordu. Ayrıca bir de futbol maçı vardı gündemde. Orası için de ayrıca çalışıyorduk. O bazen hakem, bazen hoca her işimize katılıyor, bizlere de sorarak en doğrusunu seçmeye çalışıyordu. Diğer yayla bizim yayladan çok daha büyüktü. Orada bizden çok daha fazla çocuk vardı. O yüzden en iyileriyle çıkacaklarından şüphemiz yoktu. Herkes sorumluluğunun farkında ciddiyetle yarışmaya hazırlanıyordu.

Bizim yaylanın çocuklarından bazıları camiden çoktan ayrılmıştı. Komutanımız hain olarak belletmişti onları bize. Bu bize ihanet edenlere de Azil Orduları demiştik. Azil Ordularının komutanı da Muzaffer’di. Bizden yaşça büyük olan Muzaffer, doğrusu maçta işimize yarardı ama dersler de zarardan başka bir şey gelmezdi ondan. Arada sırada camiinin önünden geçtiği oluyordu. Komutanımıza “Korkmuyorsan gelin de bizimle top oynayın” der kafa sallardı. Komutanımız, onu doyasıya bir dövemediği için çok dertliydi. Bir keresinde peşine düşmüş ama sadece amcaoğlu Eyüp’ü yakalayabilmişti. Eyüp de pek günahkâr olmadığından hırsını çıkarmaya yetmemişti. Her sohbetinde söz, mutlaka Muzaffer’e geliyordu. Her çıbanın başı olarak ondan bahsedip dururdu. Ah eline bir geçse… Komutanımızın dileğinin gerçekleşmesi için âmin sözcükleri geçiyordu küçük kalplerimizden…

Gel zaman git zaman yarışma günü geldi çattı. Caner sağ olsun yaptığımız hazırlık maçından sonra Cikares’in soğuk suyundan kana kana içtiği için sesi kısılmıştı. Her zaman olmaması gerekeni nasıl da başarıyordu! Üstelik Cuma namazına da katılmamıştı… Artık sağlayabileceği tek katkı, kalede yapacağı kurtarışlardı. O da maça gelirse… Yarışma Cuma namazından sonra başladı Bizim takımdan küçük ablam Ebru çıktı ilk olarak ve Sübhaneke’yi hiç heyecanlanmadan pürüzsüz bir şekilde okudu. Fakat karşı takımınki de tek nefeste okudu bu duayı. Gerçekten iyi hazırlanmış olmalıydılar… Sonra Alp geldi. O da Kuluvallahu’yu tertemiz okudu. Sıra onlardaydı. İnanılmaz bir şekilde onlardan gelen besmelesiz girdi sureye. Bizim sıralarda gizli gülüşmeler, rakip sıralardaysa bir panik… Çiçek ordularının komutanı da çiçek gibiymiş mübarek, gülümseyerek düzeltti öğrencisini. Ama çocuk istiğfar çekip yeniden başlamak yerine kaldığı yerden devam etti. Artık cesaretimiz de yerine gelmişti ki Meryem geçti kürsüye. İlk şoku da böyle yaşadık. O daha başlar başlamaz çiçek imam hemen araya girerek “Akşam namazda okusam yatsıya kovarlar beni” dedi gülerek. Ne olduğunu hiç anlamamıştık. Ne kabahat işlediğini bilmeyen Meryem de büyüyen gözlerle ona bakmaktaydı. Sonunda bizim komutan, Davut hocanın da bilmediği acı gerçeği söyledi: Sadece namaz sureleri ve dualar varmış yarışmada. Tebareke yarışmada yokmuş meğerse… Vel Asr ve Elem neşrah suresi de aynı şekilde yarışmaya dâhil değilmiş. Mustafa Emin de Merve de bonbilibon yiyemeyecekti. Merve’ye iyi olmuştu gerçi. Sanki çok şey biliyor gibi hep İstanbul’u methedip duruyordu, sanki o fethetmiş gibi… Meryem de yine Tebareke’yi okuyamadan yerine dönmek zorunda kalmıştı. Morallerimiz bozulmuştu.

Rakip takımda Elemtere’yi okuyan çocukta her surede yarışı kazanabilecek bir potansiyel vardı. Melodik bir şekilde kıraat etti sureyi. Ama Davut hoca bize derslerde fil orduları ve ebabil kuşlarıyla ilgili birçok hikâye anlattığı için hepimizin en iyi olduğu yerdi Elemtere. Filleri yenen ebabilleri hiç görmesek de canımız gibi seviyorduk. Yani burda bizi geçemezlerdi. Felak ve Nas en korktuğumuz surelerdi. Beklediğimiz gibi zorlu da geçti. Biz de Özlem’de biraz tecvit vardı. Ayn, ğayn gibi harflerde fark yapabilecek tek kişi olduğundan ona Felak suresini, Başak’a da Nas suresini vermiştik. Burda tabii Davut hocamızın onun tekerlemeleri dili büzüşmeden söylediğini fark etmesinin önemi büyüktü. İki tercihi de çok iyi yapmıştı. Neyse ki diğer planlarımız tıkır tıkır işliyordu. Bir tek Abdurrahman sureye başlarken sesi titredi. Biraz kekeleyerek devam etti. Ama O da hata yapmadan bitirmeyi başarmıştı. Sonra Fatma, Hatice, Evin, Muhammed Ali, … Ben Elam’ı okudum. En son da Oğuz Ettehiyatü ile bitirdi.