Yarışma yine de çok iyi geçmişti. Merakla beklediğimiz sonuçlar maçtan sonra açıklanacaktı ancak bizim imamın işi çıkmış. O yüzden maç oynanmayacaktı. İmam ve arkadaşının hemen hazırlanıp rakip imam ve öğrencilerle birlikte diğer yaylaya gitmesi gerekiyormuş. Sonra tek tek hepimizin boyunu, kilosunu ölçtüler. Mustafa Emin “Acaba krakerleri almayı mı unuttular” diye evhamlı evhamlı fısıldadı Oğuz’a. Benim yanımda Emine ve Özlem vardı “İyi oldu bence” diyordu biri diğerine. Ayşe de “Bakalım uyumlu mu olacak göreceğiz” diyordu Büşra’ya. Fatma ise sus işareti yapıyordu Hatice’ye. Öyle olunca Nurhan da İlknur’a bir şey demekten vazgeçti. Şeyda şaşırmıyordu hallerine, Evin gülüyordu… Esra yere bakıyordu, Nurhayat camdan dışarı… Başak, “Bonbilibon yemek değil sure öğrenmek önemli” diyerek Merve’ye moral veriyordu. Fatma “Keşke Sübhaneke’yi sen okusaydın” diyordu Meryem’e… Günay, Mehmet’le fısıldaşıyordu, Ayşe Çiğdem’le… Tam diğer sıralara bakacaktım ki Hüseyin geldi yanıma, “Kaybettim, bana hiçbir şey yazmadılar, kâğıdı gördüm” deyip kafasını büyük bir üzüntüyle yana yatırdı. Oysa Eraytellezi’yi çok da güzel okumuştu. Aynı şekilde birkaç arkadaş daha geldi. Onlar da aynı şeyi söylüyordu:

-Ben bonbilibon yiyemeyecem.

İmamlar, ölçümler bitince kazananları belirlemek için lojmana gitti. Çiçek orduları, onlara taktığımız lakabı bilir gibi çiçek toplamaya yaylımda gezinmeye başladı. Oğuz bizimkilerin kafalarını karıştırmıştı.  Bonbilibon alamazsa dayak da yese daha gelmeyecekmiş camiye. “Tükürürüm böyle işe, kendi camimizde yabancı olduk. ” diyordu. Mustafa Emin “Camiinin dibindeyiz olum küffar gibi konuşma, doğru konuş” diye uyardı onu. On dakka sonra kapılar açıldı. Camii yerine yaylımda açıklayalım dediler sonuçları. Bizim yaylanın meraklı milleti de yapımı bitmek üzere olan binayı bırakıp bizi seyretmeye başladı. Gerçekten çok heyecan yaptık. Önce müezzinlikler verilmeye başlandı. Elemtere’yi, Sübhaneke’yi okuyan rakip öğrencileri çağırdılar. Doğrusu biz de beğenmiştik onları. Sonra daha bir sürü daha isim söylediler. Hepsi de müezzin olmuştu. Ama hiçbiri bizim takımdan değildi. Hatta İhlas suresini okuyamayanı bile çağırdılar. Ona da Camii Görevlisi diye bir şey icat edip verdiler. Davut hoca girdi sonra söze. Hepimize teşekkür etti. Artık veda vaktinin geldiğini söyledi, tek tek herkesle helalleşip tokalaştı. Birçoğumuz ilk defa toka yapıyordu… İmamların arasında tek samimi olduğumuz kişi oydu. Eğer gitmemiş olsaydı ona içerde ne olduğunu sorabilirdik belki… En azından hem nasıl çalıştığımızı biliyordu hem yarışmayı da seyretmişti. Eğer gerçekten bizim maçlarda yaptığı gibi azıcık bir hakemlik bilgisi varsa hakkımızı teslim ederdi.

Sonuçta sormamız gereken bir şey de kalmadı. Pazartesi günü artık yeni yapılan binada ders yapacağımızı öğrendik. Bizim komutan işleri büyütmüştü. Diğer yaylanın çocukları da buraya gelecekti. Onların gelişi gidişi sabah ve akşam minibüsleriyle olacaktı. Yaylalarında çoban bulunduğu için bizim gibi inek beklemeleri de gerekmiyordu. Aslında onların odun veya ot taşıdığından da şüpheliydim ben… Neyse sonuçta bizim durum da ineklerle doğru orantılı devam edecekti. Çobanlık aralarında derse gelip gidecektik.

Ama bazı şeyler çabuk değişti. Biz, dersleri çobanlık durumuna göre böldüğümüz için komutanımız şikâyete başladı. Zaten komutanlığı da bırakmış, imamlığı hatırlamıştı artık. “Sakın” diyordu, “hepiniz kardeşsiniz. Ben hepinizin hocasıyım.”. Ama diğer yayladan geldikleri için önceliği de her ders onlara veriyordu. Niyetinde hatim indirmek varmış. Biz hepimiz aşağı yukarı aynı sureleri ezberlediğimiz için onun işine gelmiyordu bu. Rifat, Şencan, Nilgün, Cüneyt, Salih ve Muhsin yine de ezberlerine devam ediyordu. Figen, Veysel, Gamze, Handan ve Didem ise yeni konularına çalışıyordu. Bir keresinde bana “92 çarpı 5 kaç eder?” diye sordu. Ben duraksayınca Oğuz benden önce cevap verdi. Bu kez ona “130 daha ekle” dedi. Bu sefer de Caner atladı: “600”. Neyse ki çabuk düzeltti… Sonra da 63 daha ekletti… Adım gibi biliyordum bu yazki maaşını hesaplatıyordu. Çünkü “geçen yıl ne güzel 14 Cuma vardı” diye iç çekmişti. Haziran, cumartesi günü başlayınca Ağustos da cumartesi bitiyordu bu yıl. Her günü 5 ile, her cumayı 10 ile çarpıyordu. Bal gibi biz de 1 puan ediyorduk ve 10 puan eksiği varmış ismi için… İsmini bir yerden sildirmesi gerekiyormuş. Demek ki Davut hocaya da yediği sefer tasları kâr kalmıştı… Kanun gibi bir şeymiş illa bu puanı almalıymış… Ah Muzaffer ahh…

Yenilerin aralarında halimizi anlayanlar da vardı. Ahmet mesela. O yarışmaya gelmemişti ama okuldan tanıştık onunla. Her yaz sonu okulda ezberlerimizi birbirimize tekrar ederdik.  Ceylan ve herkesin abisi Erbil abi de öyle. Servis işi de olunca hepsini bizim yaylaya göndermişlerdi. Gerçi Erbil abi bütün sureleri çoktan bitirmişti. Hatim için verilen dersi de biliyordu. O sadece yaz tatilinin bitmesini bekliyordu. Ceylan çok süratli okuyabiliyordu, başkalarına da derslerde yardım ediyordu. Türkçe okunuşları bir kâğıda yazıp veriyordu isteyene. Ben “İmam biliyor mu bu yaptığını?” diye sorduğum için bana küsmüştü. Birçoğu sayesinde kekelemekten kurtulmuştu ama burdan bir sorun çıkabilir diye sormuştum. En azından O da, alanlar da daha dikkatli olurlardı… Bazılarıyla da camide tanıştık. Onlara bazen sipariş verdiğimiz de oluyordu bakkaldan. Onlar da çocuk biz de çocuktuk. Kötü ne olabilirdi ki?. Öyle böyle geçiyordu günler… Zaten okulların açılmasına az süre vardı, yayladan göç vakti de gelmek üzereydi. Her zamankinden daha çok özlemiştik köyü, okulu. Haziran’da okul bitimi bizi babalarımız yaylaya postalardı. Evdeki işlerimiz bitince annelerimiz de camiye. Yaylayı seviyorduk sevmesine ama arada bir sefer köye insek, Muzaffer gibi özgür olsak hiç fena olmazdı. İş yapmayalım hevesinde değildik. Ama biz neden çiçek toplayamazdık ki? Azil orduları da yağlı taşlardan tabanca oyuyor, onlarla bizi hedef alıyorlardı.   Camiiye gittiği için cennete gideceğini düşünen Caner, bir köşk karşılığında yağlı taş çıkarttıkları yeni yeri öğrenmişti Eyüp’ten. Sevap olsun diye de bize söylemişti. Ama fırsat bulup yağlı taş çıkarmaya da gidemiyorduk ki… Eğer yağlı taştan bir şeyler yontabilsek diğer yayla çocuklarına karşı da havamız olurdu aslında…

Arada sırada köyden gelenler olur, kavun, karpuz, armut yeme şansı yakalardık. Babam da, son Cuma’ya yaylaya gelmişti. Tekelci Ziya abiyle birlikte yeni binayı süzerken bizim imama denk geldiler. (Hani başta demiştim ya sonra anlatırım, işte burası…). Normalde büyüklerle konuşmayı çok seven biriydi bizim imamımız ama o gün pek öyle olmadı. Biraz kaçamak durdu. Ben babamdan korktuğunu düşündüm. Bize haksızlık yaptığını biliyordu sonuçta. İki bonbilibon için babamı getirttiğimi düşünmesi doğrusu beni hayal kırıklığına uğrattı. Kalitesine de yakıştıramadım. Komutankenki kadar değil ama yine de imamımı seviyordum. Hakkımın yenmesine de razı değildim, o başka tabii. Bonbilibonu zaten sevmezdim… Ama babam bunların hiçbirini bilmezdi. Onun tek derdi bu binada kaç metre lambiri kullanıldığıydı?

Fakat imamımızın o günkü kaçma sebebi bu değilmiş. Gerçi bir yumruk yemiş… Eve gidince babam bana onun Ziya’nın iyi müşterilerinden olduğunu söyledi. Hatta yaylada bakkalın el altından ona içki verdiğini de gülerek anlattı. Pek tabii “biracının öğrencileri, bütün sureleri biracıdan ezberlediler” diyerek… Şaşkındım. Babama “Biz ondan bir tek kekelemeyi öğrendik” diyemedim. Şimdi düşünüyorum da biz sadece kendi ordumuza bir isim vermemiştik. Sanırım Çil Orduları komutanlığı en uygunu olurmuş bize. Geçmiş, geçmişti işte. Bir Fatiha da ona okumaktan başka ne gelirdi. ki elden…

Yazan: YUSUF ZİYA